Hasan Bahadur – Köşe Yazısı

Yayınlama: 16.12.2022
Düzenleme: 16.12.2022
65
A+
A-

Dil ve edebiyat tartışmalarını dile getireceğimiz, Türk edebiyatının seçkin eserlerini tanıtacağımız köşeyi bize sunan Yenigediz gazetesi yönetimine teşekkür ederim.

İlk yazımızda bir asrı geçkin süredir devam eden, dönem dönem şiddetlenen, taraftarının çok olduğu gibi muhalifinin de fazlaca olduğu bir konuyu dile getirmeye; fikirlerimizi aktarmaya çalışacağız. Osmanlıca-Türkçe.

Tartışmaya girmeden önce dili tanımlayalım ve Türkçenin tarihi gelişiminden söz edelim. Bu sayede konuyu önemseyen okuyucularımıza işin magazin yanını değil bilimsel yanını aktarmaya çalışalım. Uzun süredir devam eden bu tartışmanın sorularına kendimizce cevap verirken halkın iyi niyet ile sahip çıkmaya çalıştığı ancak bu iyi niyeti suiistimal eden yapıların argümanlarının ne kadar sığ ve bayağı olduğunu aktarmaya çalışalım.

Büyük dil bilgini Prof. Dr. Muharrem Ergin’in tanımıyla dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.

Tanımda da gördüğümüz üzere dil canlı bir varlıktır. Yani her canlı gibi doğar, yaşar ve ölür. Türkçe, bilimsel olarak beş bin beş yüz yıl öncesine tarihlenebilir. Bazı bilim insanlarının iddia ettiği gibi kökü Sümerlere dayanıyorsa çok daha muazzam bir tarihi süre içerisinde varlığını sürdürüyor demektir. Hatta daha da ileri giderek Türkçenin dillerin atası olduğunu iddia eden bilim insanları yok değil. Binlerce yıllık birikime sahip olan dilimiz; zaman içinde gelişmiş, alışverişte bulunmuş, zaman zaman tökezlemiştir. Bu tökezlemede tabii ki dilimizin bir suçu yok. Bu suç ana sütünü hor görerek başka dillere meyleden sanatçı ve bilim insanlarınındır. Bu durum, bazı kişilerin mesnetsiz ithamlarında olduğu gibi Türkçenin yetersiz ve bayağı olduğu anlamına gelmez.

Şu an yaklaşık iki yüz yirmi milyon kişinin konuştuğu, geniş bir coğrafyaya yayılmış bu dil; tarihsel süreçte meydana gelen toplumsal olaylar, kültür alışverişi, ticaret gibi etmenlerle kendi içerisinde değişikliğe uğramıştır. Bu durumda Türkçeyi tarihi gelişimine göre dönemlere ayırmak mümkündür. Bu dönemlere baktığımızda Türkçeyi kabaca kültür, siyaset, din ve coğrafyaya bağlı olarak; Çağatay Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi, Oğuz Türkçesi gibi dönemlere ayırabiliriz.

Bu konuda değinmememiz gereken bir başka önemli bir husus ise alfabedir. Alfabe, dilin seslerini karşılayan sembollerden oluşan bir bütündür. Türkler tarih boyunca yaygın olarak Köktürk, Uygur, Soğdak, Arap, Kiril, Latin alfabelerini kullansalar da yerel olarak kullanılan başkaca alfabeler de vardır. Alfabe dilden temel olarak bağımsızdır. Kullanım kolaylığına göre dilin ses yapısına uygun sembollerle her zaman türetilebildiği gibi mevcut bir alfabenin dile uyarlanması yoluyla milletlerin kültür hazinelerine katılabilir. Alfabede yapılan bu alışveriş, alfabesini aldıkları milletin dilini konuştukları anlamına gelmez. Osmanlıca tartışmasında yaygın olan bir yanlış da eğer alfabe değişmeseydi Arap alfabesi kullanmaya devam etseydik Kuran’ı anlayabilirdik düşüncesidir. Şöyle düşünelim: Latin alfabesi kullanıyoruz diye bu alfabeyle yazılan batı dillerinden hangisini anlayıp konuşabiliyoruz?  Kuran’ı anlamak için Arap alfabesini okumak yetmez, Klasik Arapça bilmek ve bu işim eğitimini almak gerekir.

Osmanlıca tartışmasına girmeden evvel genel bir sınır çizmeye çalıştık. Devam yazılarımızda diller arası alışveriş, Osmanlı dönemi kullanılan Türkçenin özellikleri, yazı dili ve konuşma dilinin farkı konularına değinerek Arap alfabesini kullanmaya başladığımız dönem özellikleri ve dönemin tartışmalarına yer vereceğiz.

 

 

REKLAM ALANI